Bir göç hikayesi
Bir göç hikayesi
İnsanlık tarihi aynı zamanda göçler tarihidir. İnsanlar daha yerleşik yaşama geçmedikleri dönemlerde, karınlarını doyurmak için sürekli hareket ve göç durumundaydılar. Çünkü yaşamlarını idame etmek için hep yeni yaşam alanlarını bulmak ve sürekli yeni alanları keşfetmek zorundaydılar. Bu döneme, avlayıcı ve toplayıcı kabileler dönemi de diyebiliriz. Ne zamanki insanlar avladıkları hayvanları evcilleştirmeye, ormanlarda topladıkları meyve ağaçlarını kaldıkları mekanlarda dikmeye ve tahıllarını da kaldıkları yerlerde ekmeye başladılar, yerleşik alanlar, köyler, şehirler ve sonuçlarında da devletler ve imparatorluklar oluşmaya başladı. Ne var ki kurulan devletler, imparatorluklar hiçbir dönemde insanlara ihtiyaçlarını doğdukları vatanlarında bulmalarını yeterince sağlayamadı. Ya da hakim güçlerin baskı ve zulümlerinden kurtulmak için kendilerine yeni vatanlar edinme ve yaşam şartlarını karşılamak için göç etmek zorunda kaldılar. İnsanlık tarihi bir anlamda göçler tarihidir de.
Bizim göçmen olarak yaşadığımız çeşitli Avrupa ülkelerinden de bir zamanlar başta Amerika olmak üzere dünyanın çeşitli coğrafyalarına milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı.
Bu göç yollarının önemli mekânlarından biri de Almanya’nın Cuxhaven limanıdır. Bu liman Almanya’nın denizlere açılan en eski ve önemli kapısıdır. Bir dönemler bu limandan milyonlarca Alman yeni bir vatan edinmek için gemilere binip geri dönüşü olmayan bir yolculuğa (Amerika’ya) çıktılar. Birkaç kez gördüğüm belgesel filmlerde bu göç dramlarını seyrederken çok etkilenmiştim. Bir gün mutlaka buraya gidip yerinde bu mekanı görmeyi hep düşünmüştüm. Son yıllarda bu bölgeye tatil için gelirken burayı ziyaret etmeden gitmiyorum.
Amerika’ya göç etmek için çeşitli araçlarla ve yaya olarak gelen insanlar, bu oturduğum banklarda oturur, arkamdaki binada günlerce sırasını beklerlermiş. Bazen haftaları bulan bir bekleyişten sonra nihayet sıraları gelip işlemleri tamamlandıktan sonra ikinci resimde görülen iskeleden gemilere binerek Amerika’ya göç ederlermiş.
Almanya’dan Amerika’ya 1820 ile 1899 yılları arasında toplam 5 Milyon kişi göç etmiştir. Sadece 1880 ile 1889 arasında göç edenlerin sayısı 1 milyon 400 bin kişidir (Kaynak: Statista Research Department 1.3.2013) Bu sayının neredeyse tamamına yakını, oturduğum bu banklarda oturarak sırasını beklemiştir. Bu dönemde Amerika’ya insan taşıyan meşhur gemi işletmecisi Hapag- Lloyd firmasıdır ve bu binalar da aynı firma tarafından o dönemde inşa edilmiştir. Bugün bu binalar müze olarak kullanılmaktadır.
Her nedense buraya yolum düştüğünde bu resimde gördüğünüz banka oturur, yüzlerce yıl aynı bankta oturan insanların neler düsünebildiklerini, neler hissedebileceklerini düşünür duygulanırım. Bu duygusallık her halde yaklaşık 5.000 km (beş bin kilometre) uzaktaki bir köyden gelmiş olmamız, buradan giden bu göçerlerle aynı “kaderi” paylaşmış olmamızdandır. Ben yarım asırdan beri, kimileri daha da eskiden beri buralara, (buradan göç edenlerin vatanlarına) “ekmek kapısı” olarak göç ettik. Buradan Amerika’ya göç edenlerle farkımız; onlar geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmış olmalarına karşılık, bizler “kısa bir süre için” buralara gelmeyi düşünmüş olmamızdadır. Ne yazık ki bu “kısa süre” uzadıkça uzadı ve buralarda kalıcı olmaya, artık buralı olmaya başladık. Evlendik, çocuklarımız ve torunlarımız oldu fakat bir türlü kendimizi buralara ait sayamadık, buraları vatan olarak kabullenemedik.
İki asır önce göç eden Almanların dramlarını oturduğum bu bankta düşünürken, biraz da kendimi onların yerine koymuş oldum. Aslında günün birinde, çocuklarımız ve torunlarımız hatta belki de asırlar sonra burada bıraktıklarımızın torunları göç ettiğimiz mekânları ziyaret eder, gezdiğimiz patika yolları gezer, oturduğumuz tepelerde oturarak bizleri hatırlarlar mı? diye biraz da o anları içimde yaşar gibi oldum. Ne garip bir duygu değil mi?
Göç olayı, basit bir yer değiştirme olayı değildir. Bütün göç edenler, doğdukları yerleri hep özlerler, terkettiklerini hep hatırlarlar. Kısacası göçmenler için dram ve özlemler hep yaşamın bir parçasıdır. Her göçmen geride mutlaka bir akrabasını, Baba, Kardeş, Bacı ve ardından gözyaşı döken mutlaka bir Anne bırakmıştır.
Bu bankta otururken, göç kafilelerinin çekilen belgesellerde gördüğüm o şapkalı küçük çocuğun gemiye binmeden önce geriye dönüp son bir kez bakışını yeniden görüyorum. Aynı çocuğun küçük kız kardeşinin sol elinde bir bez bebek, sağ eliyle annesinin eteğine sıkı sıkı tutunduğunu da görüyorum. Geminin hareket esnasında çıkardığı kalın hareket sireniyle, güvertedeki yolcuların geride bıraktıklarına mendil sallayışlarını hep oturduğum yerde görür gibi oluyorum. Acaba genç kız ve erkekler, dönüşü olmayan bu yolculuğa çıkarken neler düşünmüştür, ne kadar gözyaşı dökmüştür? Merak ederim. Bir an kendimi onların yerine koyduğumu ve duygulandığımı itiraf etmek istiyorum. Yaşadığınız “yeni vatanda” yaşam şartlarımız ne kadar iyi olursa olsun, doğup büyüdüğümüz toprakları özlememizi hiçbir zaman engelleyemiyor. Bu yazımla biraz da ortak duygularımıza değinmeye çalıştım.Umarım bazılarınızı da duygulandırmıştır.Nihat Bakış