ARŞİV

Riçik ‘e Mektup…İrfan KARABULUT

Riçik ‘e Mektup…İrfan KARABULUT

Son günleriydi Ağustos yazının düzgün baba ve silbus star dağlarında şafakla uyandığında riçik. Tum çeşmesinde susuzluğun gidermeden haber uçurdu coş baba poze reş tepesinden. Zaten hepten bozuk yollarını toza toprağa bulayan homurtuya kulak verdiğinde üç beş yaşlı canlının kahvaltı için bacasını yeni yeni tüttürdüğüne şahit oluyordu istemeden. Asık suratının uyku mahmurluğuyla gıcırdayan pas tutmuş gönül kapısını açtığında dışarıdaki karmaşanın, gürültünün asıl sebebi çehresini değiştirmişti. Koynunda doğup büyüyen asil ruhlu çocukları birer birer terk ettiğinden beri ilk kez gülümsüyordu. İlk kez güneş gözlerini kör edercesine kamaştırıyordu. Birden içindeki isyan alevi tatlı bir mutluluğa dönüştü. Bunca yıldır beklediği unutulduğunu sandığı çocukları çocuklarıyla ayak basmıştı yeşili fistan eteklerine. Küt küt atan uslanmaz söz dinlemez kalbi fırlayacaktı yerinden sanki. Çalınan onca davul zurna çığlık haykırışlar uyandırmaya yetmemişti kış uykusundan. Kızıyordu kendine! Kızıyordu uykuya yenik düşen yaşlı bedenine. Yolunu gözlediklerini karşılamayışına sinirleniyordu hepten. Ansızın dönüp yoldaşı düzgün babaya, bir dengbejin yürek yakan ağıtıyla stranlarını dillendirdi. Duaları dilekleri kabul görmüş, çifte bayram yaşıyordu artık. Mivanlarını ağırlamaya koyuldu hemen. Haber saldı rüzgâra, güneşe ve toprak anaya. Yer gök mavi yeşile büründü. Kuşkusuz en güzel ışıklarını sundu güneş tatlı tatlı. Rüzgâr meltemlerini dört bir yana yayarak dağı taşı serinletirken, en güzel al yeşil fistanın giyindi doğa. El ele imeceyle yaratıldı beşinci mevsim. Bunları görür duyarda yerinde durur mu Munzur? Aldığı gibi köpük köpük süt sularını, serinletti yüreklerini onca yılın ayrılığı özlem ve hasretiyle yanan naçar dersimlilerin. Şimdi sustu yer gök dua ve minnetlerle yalvarıp yakardı kâinat. Açılıp arzın kapısı huşuyla ulaştı âlemi yaratan asıl sahibi rabbime. Şüphesiz tüm dileğini aldı her kulun. Engelledi uğursuzu, kalbi karaları sevgi çeperiyle. Zulme karşı kenetlendi dersimliler. Uçtu barış güvercinleri. Eller bir kez daha uzandı semaya. Yırtık sözcükler dökülürken lâl dillerden eline beline diline sahip ol dedi pirim… Ardından buyurdu ehlibeyt toplandı imamlar. Kurdurdu kırklar semahını hacıbektaşı velim. Kanayan yarayı sararcasına kucaklaştı, genç yaşlı yerli yabancı tüm sevenler birbirlerini tanıyamasa da. Yürek patlatan ceylan derisi davul ile söğüt dalından koparken feryat eden zurnanın yaralı ezgisiyle misafirlerini bağrına bastı Riçik. Gün bu gün dediler hep bir ağızdan dersimliler. Kurbanıyla bayramını, kutlamayla halayını, suskun isyanıyla zılgıtını çeke çeke dem vurdu telli turnam. Arınıp yıkanıldı günahlarından bağinin golanın suyuyla lokmalar eşliğinde. Tavaf edildi ocaklar, dağ taş kutsala değer ne varsa. Buluştu küs, ayrılık, özlem çeken ana baba kardeş yavuklular. Onca yıl toprağında rahatsız yatanlar erdi huzura. Söylendi geçmişe dair yalan gerçek sevgi sözleri. Doyurdu ruhlarını tıka basa dersimlilerin riçik. Ayrılığın açlığına sevdasına doydu riçik cumhuriyetinin cefakâr dersimlileri.

Ve şimdi! Şimdi hani vakit ayrılık vakti ya… Hani hüzün dolar ya insan. Söylemek istesekte söyleyemeyiz. İstediklerimiz takılır ya kılçık misali. Gözlerimiz boğulur toz dumana. Hani kulaklarımız uğuldar. Uykuda kous oturur ya göğsünüze konuşamaz, bağıramayız. İşte öyle bir şey. Ve sen Riçik! Sen veda zamanı gelip çarptığında, kısa bir nefesle bükme boynunu kurban olduğum. Sendeki sabır direnme varken, bendeki özlem sevgi sen kadar gerçekken, kim ayırabilir bizi? Kim yıkabilir ölümden başka sevgi duvarımızı Riçik? Söylesene kurban olduğum? Söyle kim sevebilir uzaktan bizi biz gibi? Bedenimizi yontan yıllara, sevdamızı ekmeğimizi bölen yollara dayan aşk ile diş ile umut ile. Ata yurdum riçik dayan İnat ile sabır sükût ile dayan. Dayan ki yenildiğin yıkıldığın görülmesin. Sen dayandıkça dersim var olur. Sen var oldukça dersimliler ayakta durur. Şimdi aç kolların kurban olduğum son kez sarılayım. Yol ver bana. Yol ver ki güneş terkisinde batmadan ayrılayım. Gurur duyar gelen mivanıyla yolgeçen hanı Mohundu. Az ötemde Nalá karé hüzünlü, kalbi kırık, deresi kuru vermez sesimi geri Qunepire. Nefesini sende aldı dersimliler. Dönme yüzün, eğme boynun kurban olduğum, dönersen gidemem. Kalan yanıma sitem etme istemesen de hep yanındayım. Hani “Kusura bakma diyorsun ya bakılacak kusurun varmı ki? Varsa da baktığım kusurlarının çaresizliğiydi beni sana çeken Riçik çaresizliğiydi.

 

__________________İrfankarabuluT

 

 

SADAKAT

Simit almak için sıraya girdim. Sıra çok kalabalıktı. 20 dakika kadar sırada kaldım. Hemen önümde bir kız çocuğu ve babası var. Babası gömlek düğmelerini boğazına kadar düğümlemiş. Tertemiz giyinmiş ancak kıyafetleri eski. Ayakkabıları kösele, eski ve yazlık. Anladımki güngörmüş bir adam…

Çocuk iki de bir ‘’Hadi baba, acıktım gelmedi mi sıra daha?” diye söyleniyor…

Sonunda sıra onlara geldi. Adam bir simit istedi. Çocuk itiraz etti:

“Baba, ben tahinliden de istiyorum.” diye.

Babası “sus!” der gibi sessizce kaşlarını kaldırdı, “Olmaz!” demek istedi.

Bozuk birkaç adet parayı uzatırken paranın birtanesi yere düştü, tezgahın altına gitti.

Adam diz çöküp almaya çalışırken,

Simitçi:

‘’Boşver be abi, önemli değil!“ diye söyledi.

Baba kısık bir sesle:

“Abi başka paramız yok, eksik kaldı. Hakkını helal et!” deyince,

Simitçi:

“Oturun sehpaya biraz; sıcak çıkınca ben getireceğim.” dedi.

Adam eksik para verme mahçubiyeti ile en köşeye oturdu.

Ben de bu arada simidimi alarak yan masalarına oturdum. Çay söyledim, zeytin de koydular yanına.

Bu arada izliyorum. Simitçi kızacak mı, sevecek mi diye. Neyse, geldi bizim simitçi içerden masaya doğru.

İki tabak yapmış, ama çok özel. Tabakların içine her şeyden koymuş sanki. Çocuğun istediği tahinliden, simit, börek, bu arada tatlılardan da unutmamış, silme iki tabak doldurmuş. Üç de çay geldi, simitçi de tabureye oturdu.

Ben pür dikkat onları izliyorum.

Kendi kendime, “adam kaç yıllık esnaf anlamış tabi, kim dilenci, kim aç kalmış, biliyor ve yanılmıyor.” diye içimden geçirdim.

Başladılar sohbete, bu arada tekrar tekrar çay içtiler.

Sonra baktım simitçi, biraz kağıt para çıkardı ve adamın gömlek cebine koyuverdi.

-“Yarın gel işine başla!” dedi.

Kısmete bak dedim. Adam parayı düşürdü diye üzüldüğü tezgah, şimdi ekmek parası kazanacağı dükkan oldu. Neyse onlar kalkıp gidince, meraktan öleceğim sanki.

Hemen yanaştım simitçiye: -“Patron! Seni tebrik ederim” dedim. Hiç rencide etmeden babası ile küçük kızın karnını doyurdun.

Kimseye göstermeden de cebine üç-beş para koydun. Allah Razı olsun, sayınızı çoğaltsın, ne iyi adamsın! “ dedim.

“Sağol.” dedi simitçi.

“Ona söylemedim; ama o benim ilkokul arkadaşım. Ben onu tanıdım ama o beni tanımadı. Yarın gelince söyleyeceğim kendisine bunu. Şimdi utanır ve üzülür de işe gelmez diye söylemedim. Biz ortaokulda devlet okuluna giderken, babası onu özel kolejde okutuyordu. Çok zengin bir ailenin çocuğuydu. Hepimiz ona imrenerek bakardık. Ne oldu kimbilir? Ne olduğun değil, ne olacağın önemli. Yeter ki içindeki insanlık yaşasın.”

Farkında olanlara ne mutlu…

DÜNYAYI İYİLİK VE SEVGİ KURTARACAK

Irfan KARABULUT

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu